
İNSAN KULAĞI HAKKINDA BİLMENİZ GEREKEN HER ŞEY
Bu konu, son iki konudan daha az önemli olmakla birlikte, burada, çeşitli gerekçelerle daha eksiksiz işlenecektir. Herhangi bir parçası güdük olmayan bir tek yukarı hayvan gösterilemez, insan bu kuralın dışında kalmaz. Güdük organlar, oluşmaktaki organlardan ayırt edilmelidir; ne var ki, bazı durumlarda ayırım kolay değildir. Birinciler, erkek dört-ayaklıların (quadruped) memeleri, ya da gevişgetirenlerin diş etlerini hiçbir zaman yarıp çıkmayan kesici dişleri gibi, kesinlikle yararsızdır; ya da bulundukları canlının öylesine az işine yaramaktadırlar ki, onların bugün varolan koşullarda geliştiği düşünülemez. Bu son durumdaki organlar, tam anlamı ile güdükleşmiş değildir, ama eğilimleri o yöndedir. Öte yandan, oluşmaktaki organlar, tam gelişmemiş olmakla birlikte, canlıların büyük ölçüde işine yaramaktadır ve daha da gelişmeye yeteneklidir. Güdük organlar pek değişkendir; yararsız, ya da hemen hemen yararsız oldukları için ve bunun sonucu olarak artık doğal seçmeye (natural selection) uğramadıkları için, bu, bir bakıma anlaşılabilirdir. Böyle organlar, çoğu zaman, tümü ile bastırılmış olur. Ama böyle olsa bile, arada bir, ataya dönüş (reversion) yolu ile yeniden ortaya çıkmaya yeteneklidirler. Bu, dikkate değer bir olgudur.
Öyle görünüyor ki, organların güdükleşmesine yol açan baş etken, onların özellikle kullanıldıkları yaşam döneminde (ki bu, genellikle erginlik çağıdır) kullanılmamaları, ve uygun yaşam döneminde soyaçekimdir. “Kullanılmama” terimi yalnızca kasların daha az çalışması ile ilişkili değildir; az da olsa basınç değişikliklerine uğrama ya da alışkanlıkla ve her nasılsa daha az etkin duruma gelme yüzünden bir parça ya da organa daha az kan gitmesini de içermektedir. Bununla birlikte, eşeylerin birinde, öbür eşeyde normal olarak bulunan parçalarda çoğu zaman burada belirtilenlerden başka bir yolda belirdiklerini ileride göstereceğimiz güdüklükler olabilir. Bazı durumlarda, organlar, değişmiş yaşama alışkanlıklarında türe zararlı oldukları için, doğal seçme ile küçültülmektedir. Küçültme süreci, belki çoğu zaman büyümenin dengelenmesi ve ekonomisi ilkeleri ile de desteklenmektedir. Ama kullanılmama, açıkça kendisine yorulabilen her şeyi yaptıktan sonra, ve büyüme ekonomisi ile sağlanan biriktirim çok az olduğu zaman, küçültmenin daha sonraki aşamalarını anlamak güçtür. Yararsız ve çok küçülmüş bir parçanın tümü ile ve kesinlikle engellenmesi –ki burada büyümenin ekonomisinin de, dengelenmesinin de rolü olamaz– belki Pangenesis Varsayımı’nın* yardımı ile anlaşılır. Ama güdük organlar konusu bundan önceki yapıtlarımda tartışılıp anlatıldığı için, burada ayrıntılara girmem gereksizdir.
Güdük kaslar, insan vücudunun çeşitli kesimlerinde görülmektedir; aşağı hayvanların bazılarında bulunup da, arada bir insanda da büyük ölçüde küçülmüş olarak görülebilen kaslar hiç de az değildir. Hayvanların birçoğunda, özellikle atlarda, derilerini kıpırdatma ve seğirtme yetisi olduğu herkesin gözüne çarpmış olmalıdır. Bu, panniculus carnosus ile sağlanır. Bu kasın iş görür durumdaki kalıntıları, vücudumuzun çeşitli parçalarında bulunmaktadır; örneğin, kaşların kaldırılmasını sağlayan alın kası bu kalıntılardan biridir. Boyunda iyi gelişmiş olan platysma myoiedes de bu sistemdendir. Edinburghlu Prof. Turner, bana bildirdiğine göre, arada bir beş ayrı yerde, koltuk altlarında ve kürek kemiklerinin yakınlarında, vb., hepsi de panniculus sisteminden sayılmak gereken kas demetçikleri bulmuştur. Turner, rectus abdominalis’in bir uzantısı olmayan, ama panniculus ile yakınlığı olan musculus sternalis’in ya da sternalis brutorum’un 600’ü aşkın vücuttan %3’ünde bulunduğunu da göstermiştir. Ve bu kasın, “arada bir ortaya çıkan güdük yapılışların, bulundukları sistemde, değişime özellikle doğuştan yetenekli olduğunu çok güzel gösteren bir örnek” olduğunu eklemektedir.
Az sayıda da olsa, kafa derilerinin yüzeysel kaslarını kasma yetileri olan kimseler vardır. Bu kaslar, değişken ve kısmen güdük durumdadır. M.A. de Candolle, bana, bu yetinin uzun süre kalımlı ya da kalıtsal olduğunu ve olağanüstü gelişebildiğini gösteren bir örnek anlattı. Tanıdığı bir ailenin bugünkü başkanı, gençliğinde, başına konan ağır birkaç kitabı yalnızca kafa derisinin hareketi ile başından fırlatabiliyordu; ve bu işi yaparak, girdiği bahisleri kazanıyordu. Aynı yeti, babasında, amcasında, büyükbabasında ve üç çocuğunda da aynı olağanüstü ölçüde vardı. Bu aile, sekiz kuşak önce iki dala ayrılmıştı; böylece sözü geçen ailenin başkanı, öbür dalın başkanının yedinci göbekteki amcaoğlu oluyordu. Bu uzak amcaoğlu Fransa’nın başka bir kesiminde oturuyordu; kendisinde bu yetinin bulunup bulunmadığı sorulunca, yetisini gösteriverdi. Bu, kesinlikle yararsız ve belki çok uzak yarı-insan atalarımızdan gelen bir yetinin ne denli kalımlı olabildiğini gösteren iyi bir örnektir, çünkü maymunlarda, kafa derilerini aşağı yukarı büyük ölçüde hareket ettirme yetisi vardır ve bunu sık sık kullanmaktadırlar.
Dış kulağı hareket ettirmeye yarayan dış kaslar ve çeşitli parçaları hareket ettiren iç kaslar, insanda güdük durumdadır ve hepsi panniculus sistemindendir; onlar da, gelişimlerinde ya da hiç değilse görevlerinde, değişkendir. Kulak kepçesini tümü ile öne çekebilen bir adam gördüm; kimileri kulaklarını yukarı, kimileri ise arkaya doğru çekebilir. Bu adamlardan birinin bana anlattığına göre, kulaklarımıza sık sık dokunup dikkatimizi kulaklarımıza çevirmekle, deneye deneye, pek çoğumuz bir yetiyi yeniden kazanabiliriz. Kulakları dikmenin ve çevredeki çeşitli noktalara çevirebilmenin birçok hayvanın pek yararına olduğu söz götürmez; çünkü böylelikle tehlikenin yönü anlaşılmaktadır. Ama bu yetinin, herhangi bir kimsede, onun işine yarayabilecek ölçüde bulunduğunu hiç işitmedim ve işe yarar kanıtlara rastlamadım. Bütün kulak kepçesi, aşağı hayvanlarda dikildiği zaman kulağı sertleştiren ve bu işi onun ağırlığını artırmadan yapan çeşitli kıvrımları ve kabartıları (helix ve anti-helix, tragus ve anti-tragus, vb.) ile birlikte, güdük sayılabilir. Bununla birlikte, kimi yazarlar, kulak kepçesi kıkırdağının, titreşimleri ses sinirine iletmeye yaradığını sanmaktadırlar; oysa Toynbee, bu konuda bilinen bütün kanıtları topladıktan sonra, kulak kepçesinin özel bir yararı olmadığı sonucuna varmıştır. Şempanzenin ve orangutanın kulakları insanınkilere pek benzer, kulağa özgü kaslar da insandaki gibidir, yalnız çok az gelişmiştir. Hayvanat bahçesindeki bakıcılar, bana, bu hayvanların kulaklarını hiç dikmediklerini ve kımıldatmadıklarını kesinlikle söylediler. Demek ki, görev yapmaları söz konusu ise, onların kulakları da insanınkiler kadar güdük durumdadır. Bu hayvanların ve insanın atalarının, kulaklarını dikme yetisini neden yitirmeleri gerektiğini söyleyemeyiz. Belki, ağaçlarda yaşama alışkanlıklarından ve çok kuvvetli olmalarından ötürü, pek az tehlike ile karşılaştıkları için kulaklarını pek uzun bir zaman az hareket ettirmiş ve böylece, kulaklarını hareket ettirme yetisini yavaş yavaş yitirmişlerdir. Ancak, bu açıklamayı yeterli bulmuyorum. Bu, okyanus adalarını yurtlanan iri ve ağır kuşların, yırtıcı hayvanların saldırılarına uğramamaları dolayısıyla, kanatlarını uçmak için kullanma yetisini yitirmelerine benzer bir örnek olurdu, insanın ve çeşitli maymunların kulaklarını hareket ettirememeleri, başlarını yatay bir düzlemde, her yönden gelen sesleri alabilecek şekilde hareket ettirebilmeleri ile karşılanır. Yalnız insan kulağında “meme” olduğu ileri sürülmüştür; ama “kulak memesinin güdüğü gorilde de bulunur”; ve, Prof. Preyer’den işittiğime göre, zencilerde kulak memesinin bulunmaması, hiç de seyrek rastlanan bir olgu değildir.
Ünlü heykeltıraş Woolner, dışkulakta, erkeklerde de kadınlarda da sık sık gözlediği ve önemini gereği gibi kavradığı küçük bir özelliği bana bildirdi. Dikkati, ilk kez Puck (peri) heykeli üzerinde çalışırken bu noktaya çekilmişti; çünkü periyi sivri kulaklı yapıyordu. Bu, çeşitli maymun kulaklarını ve insan kulağını daha dikkatli incelemesine yol açtı. Söz konusu özellik, içeri doğru kıvrılmış kenarda, ya da helix’te bulunan küçük ve küt bir çıkıntıdır. Bu çıkıntı varsa, daha doğumda gelişmiş olmakta, ve Prof. Ludwig Meyer’e göre, erkekte kadında olduğundan daha sık görülmektedir. Bay Woolner böyle bir kulağın örneğini çıkardı, ve resmini çizip bana gönderdi (resim 2). Bu noktalar yalnız içeri ve kulağın ortasına doğru değil, sık sık kulak düzleminden dışarı doğru da çıkıntı yapmakta, öyle ki, başa tam önden ya da arkadan bakılınca görülmektedir. Bu çıkıntılar büyüklük bakımından, ve biraz da konum bakımından değişkendirler, ya biraz daha aşağıda, ya da biraz daha yukarıda bulunmaktadırlar. Bazen yalnız bir kulakta bulunmakta ve öbüründe bulunmamaktadırlar. Yalnız insan soyuna özgü de değildirler; çünkü hayvanat bahçelerimizdeki maymunların birinde (Ateles beelzebuht) bir örneğini gözledim; ve Bay E. Ray Lankester, Hamburg hayvanat bahçesindeki bir şempanzede bu çıkıntıyı gördüğünü bana bildirdi. Helix’in, kulak dış kenarının içeri kıvrılması ile oluştuğu besbellidir; ve bu kıvrım, dış kulağın sürekli olarak arkaya doğru bastırılması ile herhangi bir yolda bağlantılı görünüyor. Babunlar ve bazı makak türleri gibi, takımlarının yukarı familyalarından olmayan maymunların birçoğunda, kulağın üst kesimi hafifçe sivridir, ve kulak kenarı içeri doğru hiç katlanmamıştır; ama kulak kenarı katlanmış olsa idi, küçük bir nokta, içeri, merkeze doğru ve belki kulak düzleminden biraz dışarı doğru çıkıntı yapardı. Bence bu, birçok durumda, söz konusu çıkıntının kökenidir. Öte yandan, Prof. L. Meyer, bu yakınlarda yayınlanmış bir yazısında, bütün bu durumun yalnızca bir değişkenlik olduğunu; çıkıntıların gerçek olmayıp, o noktaların her yanında iç kıkırdağın tam gelişmemesinden doğduğunu ileri sürmektedir. Prof. Meyer’in gösterdiği o birden çok küçük çıkıntı bulunan, ya da bütün kulak kenarının girintili çıkıntılı olduğu örneklerin birçoğunda, doğru açıklamanın bu olduğunu kabul etmeye hazırım. Dr. L. Down’ın aracılığı ile, ufak kafalı bir doğuştan aptalın (microrephalus idiot) kulaklarını gördüm: Helix’in içeriye doğru kıvrılmış kenarında değil de, dış yüzünde bir çıkıntı vardı; bundan ötürü, o noktanın eski kulak ucu ile ilişkisi olamazdı. Bununla birlikte, bu çıkıntıların eskiden dik ve sivri olan kulakların kalıntıları olduğu görüşümün bazı durumlarda doğru olabileceği kanısındayım. Bu çıkıntılar sık sık ortaya çıktığı için, ve konumları ile sivri bir kulağın ucu arasında genel bir uygunluk bulunduğu için böyle düşünüyorum. Bana fotoğrafı gönderilen bir örnekte çıkıntı öylesine büyüktü ki, Prof. Meyer’in görüşüne göre kulağın bütün kulak kenarı boyunca kıkırdağın eşit gelişimi ile kusursuz oluştuğu varsayılırsa bütün kulağın üçte birini kaplaması gerekirdi. Bana Kuzey Amerika’dan ve İngiltere’den iletilen iki örnekte, üst kenar içeriye doğru hiç kıvrılmamıştı; tersine, sivrilmişti, öyle ki ana çizgileri bakımından bayağı bir dört-ayaklının (quadruped) sivrilmiş kulağına çok benziyordu. Başka bir örnekte, küçük bir çocukta, çocuğun babası verdiğim bir maymun (Cynopithecus niger)